Eskiler anlatırdı da geleneği sürdürmek bize nasip oldu. “Oğul” derdi Dedem: “Boğaz köprüden geliyorsa yağmur, büyük ihtimal uğramaz bizim buraya. Şehri, Erkilet’i, Cırgalan’ı alır, gider. Erciyes’ten gelirse bize de rahmet olur. Eğer ki sırttan gelirse (Doğudur kastettiği) felaket olur, sel gelir...”
İşte öyle günlerden biriydi. Yani sıradan bir gün. Günün adı pazardı. Çoluk – çocuk, ebe – dede; bağ, bahçe işerinde, kayaların ucunda, uçurtma peşinde, namazında, abdestinde hemhâl idi.
Çocukların, rüzgarsızlıktan dolayı uçurtma uçuramamaktan şikayet dahi ettiği anlardı. Balkonda idim. Ayağımı atsam ceviz, kolumu atsam asmalar vardı. Karnımı doyurmuş; çayımı yudumlamıştım. Yeni ektiğim çimlerin tohumlarını serçeler midelerine buyur etmesin için onlar beni, ben onları kontrol altında tutuyorduk. Arada bir gözü karalardan bazılarının kamikaze olup hücum ettikleri olmuyor değildi ama savunma hattım bertaraf ediyordu bu haince saldırıları.
Boğaz köprü tarafından üç – beş bulut, biraz esmerce, el ele verip seyr ü sefere çıkmıştı. Çıkmasına çıkmıştı da istikameti ne taraftı acaba? Dedemin söylediklerini her bulutta hatırlayan ben, heyecanlı bir hadiseye şahit olmanın verdiği hazla bir yandan serçeleri bir yandan da bulutları takibe koyuldum.
Her saniye rüzgar şiddetini artırıyordu. Önce rüzgar için sevinen uçurtmalı çocuklar daha sonra pıllarını pırtılarını toplayarak araziyi sakinliğe ve tenhalığa terk ettiler. Kararan, karardıkça çoğalan ve rüzgarla hızlanan bulutlar şehrin üstüne gelmişti ki salkım saçak olup şimşekler, gök gürültüleri arasında yağmaya başladı.
O da ne?
Şehrin üzerindeki manzarayı izlemeye kendimi öylesine kaptırmışım ki sırttan gelen simsiyah bulutları ve kılıç kalkan ekibinin şakırtılarını anımsatan şimşekleri taa ne zaman sonra, o da çok yakınlara bir yere düşen yıldırımdan sonra fark edebildim. Şimdi iki yönlü muhasara altında idim. Ve dedem geldi aklıma. Allah rahmet eylesin deyip üç kulhu, bir elham okuyacaktım... Kocaman yağmur taneleri anormal bir ritim ile yağmaya başladı. Bu esnada şehir, yerini bulutlardan oluşan bir kütleye bırakmıştı. Orada şehrin olduğunu bilmesem kimse inandıramazdı beni.
Adet, yağmur yağınca rüzgar diner. Öyle mi oldu ya? Rüzgar hızlandı; yağmur hızlandı. Yağmur hızlandı; şimşekler, gök gürültüleri hızlandı. Birbiri ardına şehirden, Erciyes’ten, Talas’tan, Koramaz’dan, Kumarlı’dan şimşekler çakıyor, salavatlar arasında hiç kesilmeden gürlüyordu. Göz haritamda her şey kayboldu. Oluklardan, delicesine su akıyordu. Bizim bahçenin toprağı bimis karışıktır ve tabanı tiremdir. Saatlerce sulasan dahi su birikmez. Di. Bahçe göl oldu. Yamaçtan bir anda koptu geldi sel. Yolları çamur deryası eyledi. Toprak damlı evlere sular akmaya başladı. Sel, kaya olup duvarları uçurdu; asfaltlarını kazıdı caddelerin. Arabalar yollarda kaldı.
Ha kesildi ha kesilecek dediğim yağmur ve rüzgar ve gök gürültüsü kısa fasılaların dışında yatsı vaktine kadar sürdü. Ertesi gün, güneş yüzünü gösterince anlaşıldı felaketin boyutları. Dedem yılların tecrübesi ile demiş ve dediği çıkmıştı. Sırttan gelen yağmur bahçeleri, yolları, yürekleri talan edip bir dahaki sefere kadar mahalli bizlere bıraktı.
Rabbim beterinden korusun.
Bizim dağ köylerinde yağmur da bir başkadır. Adım adım seyredersin yağmuru. Nereye, nasıl yağıyor? Nereden geliyor? Hepsini tekmil izlemek, mecrasını takip etmek apayrı zevktir doğrusu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder