Okuyalı çok uzun zaman oldu. İlginçti. Üslubu farklı, anlatıları ironi ile yüklü, tuhaftı. Kurgusundan göndermelerine, içeriğinden tarzına kadar beni etkileyen eserlerden birisi idi: GOG. Giovanni Papini'nin eseri.
"Aykırı düşüncelere sahip ateşli bir polemikçi olan Giovanni Papini, 20. yüzyılın ilk yarısının tartışmalı edebi kişiliklerinden biridir. 1931 yılında yayımlanan Gog’da Birinci Dünya Savaşı sırasında büyük bir servet edinen ve dünyayı gezmekte olan Amerikalı bir milyarderin hikâyesini anlatır. Dünyada olup bitenin nedenini arayan bu saf ve cahil Amerikalı, Bernard Shaw’dan Gandhi’ye, Freud’dan Einstein’a kadar birçok ünlü kişiyle karşılaşır." (Tanıtım Bülteninden)
İlgilisi bulur, alır, okur... Benim asıl değinmek istediğim eserin içindeki bir başlık ve altında yazanlar... Aşağıya yazının tamamını alıntılayacağım.
Önce düşündürdükleri:
Haber kanallarında "Evde Kal" içerikli haberler izliyoruz. Yaklaşık bir haftadır Covid-19'dan dolayı pek dışarı çıkmıyor, sosyal dünyamızı sınırlı tutuyoruz. Evde duramayıp dışarı çıkan ve risk grubunda yer alan "ihtiyarlar", haber sunucuları tarafından neredeyse azarlanıyor, dışarıda olmalarından dolayı kınanıyorlar. Bazı belediyelerin "ihtiyarlar" tarafından hâlâ kullanılmaya devam edilen bankları söküp götürmelerinden bahsedince demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.
"Hem risk grubundasınız hem dışarı çıkıyorsunuz!.." Çok masum görünse de bu ifadeler, söz sahiplerinin "hastalık bulaşması" endişesini de kulaklarımıza haykırıyor. Hasılı herkes telaş içerisinde hataları peşpeşe sıralıyor.
Aşağıda okuyacağınız yazıyı bu "kaçak" ihtiyarlar hatırlattı. Ne alakası var da diyebilirsiniz, iyi ki okudum da... Size kalmış.
İşte o hikaye:
Adanın Hikâyesi
New Parthenon, 6 Kasım
Cumartesi akşamı, yirmi yıldır görmediğim biri ansızın karşıma çıktı. San Fransisko’ya ilk gittiğim zamanlar, Pat Cairness ile beraber açlık ve korkunun ne olduğunu öğrenmiştim. Zeki ve becerikli bir İrlandalı olan Pat, beni birkaç kez ümitsizlikten kurtardı. Doğu taraflarına geldiğimden beri kendisinden söz edildiğini hiç duymamıştım.
Adını söylemeden karşıma çıkınca, tanıyamadım. Hem rengi, hem de kalıbı değişmiş gibi geldi. Teni beyaz bir kamış iken, esmer kabuklu bir meşe olmuştu:
- Gezgin oldum, dedi, ilk yıllar ihtiyaç yüzünden, sonra da merak...
Görmediği ülke, aşmadığı deniz, gezmediği, geçmediği yol kalmamış. Sekiz dil ve yirmi kadar lehçe konuşuyor. Değişiklikten hoşlanan herkes gibi birçok meslek denemiş; ırgatbaşı olmuş, korsanlarla ortaklık etmiş, yılan alıp satmış, sihirbaz, sahte Buda papazı, çöl kılavuzu olmuş. Anılarını yazsa, Melville ve Jack London’unkilerden daha zengin olurdu.
Bununla birlikte artık macera çağının geçtiğini, yeryüzünde uygarlık ve gezgin izine rastlanmayan, beyaz insanların girmediği tek orman ya da çöl bulmanın hemen hemen olanaksız olduğunu da söyledi. Bütün gezilerinde denizcilerin o güne kadar bilmedikleri, haritalara geçmemiş, yalnızca bir adaya rastlamış.
Bu, Pasifik’te, Yeni Zelanda’nın kuzeyindeydi, Sandviç adalarından herhangi birinden pek de büyük değildi. Adada yüzyıllarca önce kayıklarıyla oraya düşmüş birkaç yüz Malenezyalı Papu yaşıyormuş.
Pat Cairness anlattı:
- “Bu adanın tuhaflığı, dedi, manzarasında değil. Hemen hemen öteki Pasifik adaları gibi. Halkında değil. Onlar da ırklarının âdetlerini, geleneklerini değiştirmemişler. Garip olan şey şu: Kabile reisleri, adanın belli sayıda insan besleyeceğini yıllardan beri kabul etmişler. Tam sayı yedi yüz yetmiş. Adanın büyük kısmı dağlık. Denizde de balık bol değil. Dışarıdan da beklenecek bir şey yok. Onlardan sonra kimse bu adaya uğramamış, ilk gelenlerin çocukları ile torunları ise büyük gemi yapma sanatını unutmuşlar. Bunun sonucu, kabile reisleri, pek eski zamandan beri, çok garip bir kanun çıkartmışlar: Her doğum, bir ölüme sebep olacaktır, ta ki ada halkının sayısı hiçbir vakit yedi yüz yetmişi aşmasın. Öyle sanıyorum ki, böyle bir kanunun dünyada eşi yoktur. Büyücü ve savaşçılardan seçilmiş kurul onu şiddetle uygulatıyor. Bütün dünyada olduğu gibi, doğum sayısı ölümünkinden fazla, öyle ki, her yıl, dünyadan uzak kalmış bu bahtsızlardan on ya da yirmi kişi kabilece ölüme mahkum ediliyor.
Açlık korkusu, Papu kabile reisleri kurulunu pek ilkel, fakat açık bir nüfus sayımı sistemi yaratmaya götürmüş. İlkbaharda yapılan toplantıda, doğanların ve ölenlerin listesi okunuyor. Yirmi doğum ve sekiz ölüm varsa on iki kişinin, topluluğun korunması için kurban edilmesi gerekiyor. Bir zamanlar, dediler, en yaşlıların ölmesi usulmüş, ama kurul üyelerinin çoğu yaşlılardan olduğu için, bunlar bir biçimine getirip, işi kadere ve talihe bıraktırmayı başarmışlar. Ada halkından her birinin, üzerinde resimle ya da işaretle adı yazılı bir tahta parçası var. Korkunç gün gelince, bu tahtalar, kurulun toplandığı kulübeye, gömülü bir kayığın içine konuluyor. Büyücülerin en yaşlısı eline bir kürek alıp dikkatle karıştırıyor. Sonra bu iş için eğitilmiş bir köpek kayığa giriyor, tahtalardan birini alıp büyücüye getiriyor ve kaç kez gerekliyse o kadar sefer bunu tekrarlıyor. Kaderin gösterdiği kurbanların ailelerine veda etmek ve en hoşlarına gidecek şekilde kendilerini yok etmek için üç günlük süreleri var. Eğer üç gün sonra intihara cesaret edememiş biri kalırsa en güçlüler arasından seçilmiş dört kişi onu yakalayıp deriden bir torbaya tıkar, içine taşlar da koyup denize atarlar.
Böyle anlatmak kolay ve mantıklı geliyor, bir bakıma. Ama, bu kanunun dehşeti, feci ya da gülünç sonuçları hakkında bir fikir edinebilmek için, benim gibi bu adamların arasında bir süre yaşamak gerekir. Önce, gebelik duyan her kadın, kulübesine kapanır ve kimseye görünmeye cesaret edemez. O bir düşmandır ve herkes kendisinden nefret eder. Her doğacak çocuk doğmuş olanlar için bir tehdit, genel bir tehlikedir. Anası ve babası için de öyle. Çünkü talih içlerinden birini ölüme mahkum edebilir. Bazen böylesi olmuştur, çocuklarına yerlerini vermek için kendileri ölmüşlerdir. Bunun sonucu, kısır kadınlar en gözde oluyorlar ve erkekler, artık kendilerinden geçmedikçe evlenmeye karar vermiyorlar.
Bundan başka, adada cinayet çok oluyor. Böylece caniler doğum sayısına karşı koyarak hiç olmazsa bir süre talihin müthiş kararlarından kurtulmak çaresini arıyorlar. Gezilerim boyunca, kıtlık hayaline kurban edilecekleri gösterecek bu toplantıdan daha hüzünlü ve yaslı bir şey görmedim; bunlardan birinde bulundum, pek öyle olmadığım halde, acı acı hatırlarım. Toplantıdan birkaç gün önce, bazıları adanın mağaralarında gizlenmeye kalkışırlar, tehlikeden kurtulacaklarını sanırlar. Fakat ada küçüktür ve çoğunluğun çıkarı gelmeyenlere dikkati gerektirir, çünkü geri kalanlar için tehlike olasılığı çoğalır. Toplantıya zorla sürüklenip, adları yazılı tahtaları vermemek için çılgın gibi dövüşenleri gördüm.
O seferinde dokuz kişi fazla çıkmıştı, hiçbirinin talihin bu kararma boyun eğmek istemediklerini farkettim. Bir genç kadın, reisin dizlerine kapanıp merhamet istiyordu, daha pek küçük bir çocuğu varmış ve yalnız kalmaması için hiç olmazsa bir yıl daha yaşamasına izin verilmesi için gözyaşlarıyla yalvarıyordu. Yaşlı bir adam zaten ağır hasta olduğunu, nasıl olsa yakında kabileyi varlığının ağırlığından kurtaracağını söylüyor, rahat döşeğinde ölmesi için kabileden bağışlama istiyordu. Bir delikanlı haykıra haykıra, bu kadar çabuk bir ölüme zorlanmamasını istiyordu. Kendisi için değil, ihtiyar anası ile henüz çalışacak durumda olmayan üç kardeşinin tek dayanağı olduğu için. Bir karıkoca, çocuklarının en genç ve güzeli kurbanlar arasında olduğu için uluyorlardı. Bir genç kız, pek yakında olacak düğününe kadar ölmek istemiyordu. Gelecekteki kocasına verdiği sözü tutmak gerekiyordu. Kuruldan bir ihtiyar, kabilenin varlığına ilişkin bazı sınırları yalnız kendisinin bildiğini ileri sürerek ölümden kurtulmaya çalışıyordu. Yoksa kimseye bunları açıklamayacak, intikam alacaktı.
Böylece üç gün, adada iniltiler, yakınmalar duyuldu. Fakat, kanun bağışlamaz, ayrıcalık ve erteleme kabul etmez. Belirlenen kurbanın kurtulabilmesi için bir tek çare var, o da onun yerine bir başkasının ölmeye razı olması! Bana söylediklerine göre, böyle bir şeyin geçtiğini kimse hatırlamıyor.
Üçüncü günü yedi mahkum, ailelerinin ve dostlarının çığlıkları arasında hayatlarına son vermişlerdi. Dördüncü gün şafak sökerken, denize, sessizce toplanan halkın önünde, yalnız iki torba atıldı. Geri kalanların yeniden hayata doğduklarını duymaya başladıklarını hissettim, yüzleri daha sakindi, daha bir yıl yaşamaktan emin idiler.”
Pat Cairness bana daha birçok hikâye anlattı, ama bu, garipliğiyle, üzerimde en fazla etki bırakanı oldu.
Giovanni Papini
Gog Sy. 15 - 18
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder