21.
Hayvanların çoğunu önce ismen biliriz. Her ismin aklımızda çağrıştırdığı bir karşılığı vardır. Ne kadar doğru ne kadar yanlış bunun muhasebesi ile uğraşmak şehrin insanı için pek de önemsenecek bir hadise değildir. Mesela akrebin gururlu olduğunu, ağustos böceğinin tembelliğini, tilkinin kurnazlığını başka kaynaklardan öğrenmiş ve fakat hiçbir zaman tecrübe etmemişizdir.
En önemli bilgi kaynaklarımız: Masallar, Kıssalar ve Hikayeler... Beydebâ'nın Kelile ve Dimne'si, Attar'ın Kuş Dili, La Fonten'in fablları bunlardan en başta sayılması gerekenlerdendir. Hayvanlar, insanlar gibi davranır, insanlar gibi düşünür ve yaşarlar. Geyiklerin gözlerinin rengini Mecnun beyan eder. Karga ile tilkiden hangisinin daha zeki olduğunu küçük, güzel hikayelerden öğreniriz. Ağustos böceğinin zevk u sefanın ceremesini nasıl çektiğini yine aynı türden masallar anlatır bize.
Aslında bu hayvan hikayelerinin hepsi de birer insan hikayesidir. Buralarda anlatılan vakalar, doğrudan doğruya insanlara ait şeylerdir. Kahramanların davranışları da insana hastır. Kah eğretileme, kah kişileştirme ve intak ile insana ait vasıfların hayvanlarda tezahürünü görürüz.
Tarihimiz, hayvanların şöyle bir görünüp kaybolmasını değil bizzat aramızda yaşamasını hissettiren örneklerle doludur. Ahmet Haşim, güvercinlerin önemli mimari eserlere konduklarını, apartman tipli yeni binalara konmadıklarını yazar. Uçma tutkusu ve dolayısıyla kuşlar deyince akla ilk gelenlerden biridir Hezarfen Çelebi. Aynı tarihlerde bir başka heveslinin bir tür roket ile uçmayı başardığını, ancak geri dönmediğini yazar Reşat Ekrem Koçu. Kıssalardan taşıp gelen Düldül ve destanların samimi kahramanlarından Aşkar bir başka boyutumuzdur. Kıtmir'e bakışımız sırf köpekleri sevmemizden ötürü olmasa gerek. Peygamber Efendimizin Medine'ye teşrif ettiğinde devesinin üstlendiği rol, ilgimizi daha da kuvvetlendirir hayvanlarla. Televizyondan başka gerçek hayatta hiç görmemiş olsak da dergilere isim olarak veririz hayvanları: Gergedan gibi, Albatros gibi...
Esasında edebiyatın ve edebiyatçının işi bir nevi Zaloğlu Rüstem olup Simurg ile beraber Kaf Dağı'na yol almak değil midir?
22.
"Yoktur sonsuzluk yansısı
Olmayan tek bir hayvan"
23.
Geomansi Metodu, bina ve mabet yapımında veya mezar yeri belirlemede kişilere şans ve uğur getiren uygun yerlerin seçilmesi sanatı imiş ve sanatla uğraşanlara geomanist dendiğini yazıyor ansiklopedi maddeleri. Eski Çin'de Geomanistler bina yapımı veya mezar için güneye eğik ve doğuda yer alan bir tepe ararlarmış. Bunun, ilgili kişilere, mevsimlere ve Yin-Yang'a karşı bir üstünlük kazandıracağı düşünülürmüş.
Anadolu'da, özellikle gayr-i müslimlerin yerleşim yerleri coğrafi açıdan incelendiğinde karşımıza enteresan bir manzara çıkıyor. Ceviz yetişen muhitlerde ikamet ediyorlar. Bunun bir tesadüf olduğunu kabul etmek pek yakışık almasa gerek. Ceviz, çok rüzgar almayan, ılıman ve sulu yerlerde daha çok yetişiyor. Bu özellikler, yerleşime en müsait yer anlamına gelir. Dikkat buyurunuz! Nerede ceviz varsa biliniz ki orası, yerleşim için bulunmaz bir yerdir. Havadardır; İklimi müsaittir; Ceviz yetişebiliyorsa hemen her şey rahatlıkla yetişir.
Bu ecnebilerin de geomanistleri mi vardı acaba?
24.
Kişinin kendini yenilemesi...
Bir önceki halini beğenmeyen, eleştiren kişiler ne de güzel bir amel içerisindedir. Her şeyde olduğu gibi kendini yenilemede de bir başlangıç, bir gelişme, bir son vardır. Ancak ölümdür son bu kişiler için.
Kâinat sürekli yenilemiyor mu kendini? Sürekli bir yeni güne merhaba demiyor muyuz? Ah! Ne aptalmışım diye düşünmüyor muyuz hatıralar semtimize uğrak verdikçe? Şimdiki aklım olsaydı diye başlayan cümleler kurmuyor muyuz?
Ne buyuruyor lügatler tekâmül için:
"Basamak basamak meydana gelen değişme, şekil değiştirme ve gelişme, kemâle erme..."
Tarihin altı çizili satırlarına balın: Tarihi yazan ve yaşayan insanlar için tesadüf kelimesini yafta olarak kullanamazsınız. Kimseye sihirli bir el değmemiştir. Hepsi de kendini yenileyen ve tecessüs ırmaklarında yıkanan insanlardır.
Newton'ın başına düşen elma mı tesadüftür?
Oturduğu yer mi?
25.
Zaman bizi ehlileştirdi. Modernizm, bir ayağımızı hep üzerine bastığımız ve bastığımız ayağımızdan hissettiğimiz “asla dönüş” ilkesini çarçur etti; yüzümüze fırlattı.
Zaman, çağdaşlık nakaratları arasında suratımıza bastığı kalın yastıklar ile hayatımıza kast ederken elimizde sallanacak beyaz bayraklarla “ha çıktı, ha çıkacak” ruleti oynamayı sürdürdü.
Zaman, toplu iletişim araçlarının, itiş – kakış, tıka – basa, ter ve losyon kokan, burun direklerimizin işkencelere düçar kaldığı ve fakat asla şikayeti unuttuğumuz pestilhanesinde, “dikkat” ünlemeleri, “otomatik kapı çarpar” tehditleri ile en despot ülkelerin baskıcı rejimleri ruhuna uygun soluklanmalara attı.
İnsanlar; ehlileşen, modernleşen, ilkesizleşen, ilkelleşen ve ikizleşen zaman içerisinde kendi neslinden olanlara küs, kendi varlığından olanlara düşman, aynadaki eli bıçaklı, saçları dağınık, ağzı köpük dolu çürük kokan adamın, sokak lambalarının gölgeleri altında, bıçağı boynuna dayayıp işi bitireceğini ve mutlu sonlanacağını umuyorlar çizgili filmlerin...
26.
Bir hatırlama ve hatırlatma:
“Dil kusurlu olursa, kelimeler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez. İşte bunun içindir ki, hiçbir şey dil kadar önemli değildir.”
Konfüçyüs
27.
Yaşadıklarımızdan bir sonuç çıkartamıyoruz.
Dostluklarımız asılsız; düşmanlıklarımız yapmacık.
Yaşananlardan tecrit edilmiş bir ruh dünyamız var ve onun kalın parmaklıkları gerisinde ütopik denklemlerimiz dahi yok. Ufuk âmâ, rüyâ âmâ, realite âmâ. Etrafımızda dönüp duran hadiselere, üzerimize yürüyen, bizi boğmaya azmetmiş saldırganlara, yangına, felakete bîgane, lâkayt ve boş vermiş şekilde münazarayız.
Televizyon ekranları her şeyi, yani kutsal, yani mukaddes, yani değerli ve önünde ceket iliklemeyi gerektirecek ne varsa; hepsini tedavülden kaldırdı.
Yani biz, aslı olmayan insanlarız. Evlerimiz ve ahvalimiz Ankebût Suresinde verilmiş. Biz yani kendini sokan akrepleriz.
Düşmanlarımız işini kolaylaştıracak kadar gardımız düşük, halimiz perişan...
28.
Yani bizler, dünya coğrafyasındaki nev’i şahsına münhasır Türkler, bir damladan fırtınalar koparmayı; bir ummandan habersiz yaşamayı yeğleyerek attığımız adımların, geçtiğimiz güzergâhların, billurlaşıp ağzımızdan taşan kelamların ne idiğini ve nasılını umursamadan yaşamaktayız.
Sistemle barışık yaşayarak sistemin çarklarına teslim eylemişiz kendimizi. Sorunlarımız edinmişiz sistemin sorunlarını. Bize karşı kurulmuş bütün tuzaklar. Bütün imha planlarının ucundan, kıyısından tutarak sonumuzu hızlandırmışız.
Şikayet merciimiz dahi sistemse, kime ne demek düşer?
29.
Köpeğin önce kulaklarını kestiler. Hayvan, kan – revan içinde kalan kulaklarını bir yere dokunur dokunmaz inlemeye başladı. Kulakları iyileşmeden daha kuyruğunu kestiler. Boynuna birkaç metrelik zincir ve tasma. Akıllarına geldikçe yemek artıklarını verdiler. Yağmur yağdıkça doldu su kabı. Köpek, ilk gün gibi, sahiplerini gördükçe kuyruk sallıyor; yabancılara havlıyor. Köpekliğini yapıyor...Köpekliğine yaşıyor...
30.
Aynalarla konuşmuyor, konuşamıyoruz. Belki hakikatten korkuyoruz. Çünkü hakikat kışın sırtıdır. Olduğu gibi gelir; bildiği gibi yapar; geldiği gibi gider. Bütün yüzler bir ayna mıdır? Ensemizden, yüreğimizin derinliklerine kadar yansıtan bir ayna? bakmasını bilen için! Sükut geçtiğimiz bir demde öfkeden kızaran, kabaran, taşan bir insanın yüzü, bizim öfkeli halimizin zaman ve mekan karışımı. Öfke gelir göz kararır; öfke gider yüz kızarır vecizesini en öfkeli anımızda hatırlayabilsek bazı şeyler bizim için temiz, berrak olacak. Ama nafile. Fıtrattan getirdiğimiz bir çok özelliğimizi kaldırıp atabilmemiz, onları değiştirebilmemiz mümkün değil. Adına "bu benim huyum, ne yapayım?" diye yakıştırmalarda bulunduğumuz hasletlerimiz için yine atalar denecek olanı demişler: Can çıkmadan huy çıkmaz. Veya: Huyu ancak teneşir temizler.
Bizden istenen huylarımızı, yaratılıştan hazır donanım olarak getirdiğimiz karakterimizi, davranış biçimimizi değiştirmemiz, yani biz olmaktan soyutlanıp belki melek olmamız değil. Biz bunlarla varız ve bir çoğunu da kalıtım yoluyla nesillerimize aktaracağız. Ama huylarımızla yaşamayı öğrenmek mecburiyetindeyiz. Öfkemizi her sıradan hadisede öne çıkartmamayı, can tezliğimizi olur olmaz yerlerde patlatmamayı, sadakatimizi sadıklarla hemhal etmeyi ve bîvefalara her defasında ısırılmamayı... öğrenmeliyiz. Akıl ve basiretten yoksun Allah düşmanlarına da sevecen ve mülayim davranacağımızı kim söylüyor?
Aynaları kabullenmek zorundayız. Ne gösterirse ayna gördüğünü gösterir. Toplumdaki insanlar da birer aynadır. Onların bize batan davranışları belki başka zaman ve mekanlarda bizzat bizim davranışlarımız olabilir.
18 Şubat 2011 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder