Kendi merkezinde bir adam.
Dünyaya yayılmış kuru yapraklardan, savrulmalardan, iç çekişlerden alabildiğine uzak ve alabildiğine kendi...
Durmadan efsaneler yazıyor, dibâceler, derkenarlar... Kâh Efrâsiyâb'dan bahsediyor kâh Timur'un ordusundan... Bir şairin tükenmek bilmeyen sevda desenli şiirleri ile ardı arkası kesilmeyen savaşların sırma saçlı, kara gözlü, ince belli güzellerinden bahsediyor tarihin koynunda. Yazdıklarının kenarına, yazdıklarıyla alakasız olmak kaydıyla güneşin etrafında dönen dünyayı, ayı, yıldızları; bir avcının ellerinin taş olmasına sebep kekliğin bedduasını ve yaradanına şükür edişini veya Fuzûlî'nin Su Kasidesi'nden taşan suyun serinliğini çiziktiriyor, suyun yüreği ile birlikte.
Vecd içinde bir aşık edasıyla beli vuruyor toprağın böğrüne. Ve fakat bu benzetmeler hoşuna gitmiyor onun. Yaldızlı işlemeler, uzun cümleler, göz kamaştırıcı mücevherler, üzerine kip oturan takım elbiseler, dilin uydurukçası.... Bunlar da.
Kendi merkezinde.
Ağaç yetiştiriyor. Dallarına konacak kuşların, gölgesinde serinleyecek ve meyvelerinden yiyecek, ondan istifade edecek kimselerin, gözleri öpecek yeşilliğin sadaka-i cariye olacağına iman ediyor.
Salatalık, maydanoz, soğan, domates yetiştiriyor. Ve çilek, ve dirmit ve buludu hevenk ile parmak üzümü. Çıplak ayakla suluyor bahçesini. Ağaçların yapraklarını okşuyor tek tek. Toprağın suyu kana kana içmesini, kana kana seyrediyor. Bir kök, bir yaprak susuz kalmasın için, adaletsizlik yapmamak için, küsmesinler için azami gayret gösteriyor, çalışıyor, çalışıyor, yorulmuyor.
Hâlâ kimilerince ilkel kabul edilen fırınlardan çıkmış taze, nar renkli, mis kokulu ekmekle yenen çoban salatasının, birinci sınıf lokantalardan derlenen lezzetin kat be kat üzerinde olduğuna da iman ediyor.
Uzun yaz günlerinde, ikindi serinliği ile kızaran, kızıllaşan ve Ahmet Haşim'i ve kıyameti çağrıştıran güneşe karşı oturuyor. Tavukları kümese kapatıp güvercinlerin yemlerini ve sularını hava kararmadan veren oğlu, mukaddes bir mekan olarak bildikleri "kayaların ucu"na gelip babasının yanına oturuyor. Oğluna, dağları yarıp geçen şehirlerarası yoldan, karşılarındaki ovadan, Erciyeş'ten bahsediyor. İnadına görmüyorlar koskoca şehri. Uzak diyarlardan gelip uzak diyarlara giden yolcu otobüsündeki yolculardan masallar deriyorlar. Bazen bir deve kervanı mola veriyor Tepesi Delik Han'da. Deve Bağırtan'a ismini veriyorlar bazen. En sevdikleriyse Gazavetnâmeler.
Akşam ezanları okunana kadar sürüp gidiyor bu meseller. Meseller meselleri, kıssalar kıssaları izliyor; oğlunun o günkü derslerini süzüyor bütün yaz ve yazlar boyunca.
Kendi halinde, kendi merkezinde ve kendi olarak bir adam.
Yaz - Kış ayırt etmeden, yatsıdan sonra kalın ciltli, kalın muhtevalı kitaplar okuyor evlâd ü iyâline. Soruyor, soruluyor. Sabah, üzerine güneş doğmadan uyanıyor yaz - kış.
Gündemin merkezinden olabildiğince uzak; kendi merkezinde, kendince bir adam.
Dünyaya yayılmış kuru yapraklardan, savrulmalardan, iç çekişlerden alabildiğine uzak ve alabildiğine kendi olan bir âdem.
4 Haziran 2011 Cumartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder