Cumhuriyet köklü bir milat oldu bu ülkede. Yaşayanlar, Cumhuriyetle birlikte geçmişe ait hatların telafisi mümkün olmayacak şekilde koptuğuna şahit oldular… Gelenek’e ve yerel’e ait ne varsa yeni Cumhuriyet tarafından “red” ediliyor ve yerine azıcık Batı, birazcık uzak tarih, bolca acayiplik ve kısmen de “us” katılıyordu. Manzara alışık olunmayan bir türden ve hızdan müteşekkildi. Geçmiş “tu kaka” idi, o kadar idi. Hasımdı ve "yeni" deniyor da başka bir şey duymuyordu kulaklar. Rüzgar sert esiyordu bozkırda.
Cumhuriyetin de kendisine göre "köşe taşları" oluşmaya başladı. Tarih, boşluk barındırmazdı ve yerel ile geleneğin yerine “modern” ifadelerle, “modern” hayaller inşa sürecine girildi. Eğitim ıslah edildi, Hukuk dizayn edildi, demokrasi takdir edildi ve fakat bir çoğu isimlerde kaldı; mesela kötü olan Monarşi atılıp yerine Meclis sistemiyle beraber demokratik seçimler ikame edildi lakin 1. meclisin önemli ekseriyeti 2. meclisin dışlanmışları olmaktan kurtulamadı. Seçimler yerine seçilecek kişiler, “önemli yemekler”de, yağcılık ve kendini ifadesizleştirme oyunlarında boy gösterip “beli sultanım” ifadesini “modern” bir şekilde söylemeye başladılar… Bilim dahi yeni cumhuriyetin damarlarında kayganlaşıp akmanın yolunu çabuk bulmuştu: "Ne güzel buyuruyorsunuz..."
Milli Mücadele ile başlayan “Anadoluculuk” cereyanı tez zamanda akamete uğradı. Anadolu insanı yeni Cumhuriyetin devrimlerine yeterince iştiyak göstermiyor, canı gönülden sarılmıyor, biraz soğuk davranıyordu. Osmanlı’yı Anadolu’ya hizmet götürmemekle suçlayanlar, cılız birkaç teşebbüsün ardından “merkez”e çekilmeyi yeğlediler. Ayağa kalkıyordu Yeni Cumhuriyet. Zor da olsa, destekli de olsa acayip görünse de ayağa kalkıyordu. Yeni merkezler oluşturuluyor, şehirler inşa ediliyor, kendi kalesinin surlarını örüyordu. Uzaktan görülen müthişti doğrusu. Taşranın damarlarında "özenti" daha bir hızlı akıyordu. Taşra, pek tedirgindi. Tarlalar eski mahsülü vermiyor, nehirler artık gönülden çağlamıyordu. "Şehir" vardı, iskarpin vardı, sümerbankta satılan mancester kumaşlar vardı, bacakları görünen bayanlar vardı, ayıp azıcık yoktu...Geleneği ve yereli elinden alınan yeni cumhuriyetin yeni nesilleri iki arada bir derede kalmanın sıkıntısını yüreklerinin ta köşelerinde hissettiler. Bir yanda olmak istemedikleri Ana – baba modeli (taşralı, köylü, dışarı), beri yanda yıldızlar kadar uzak görülen “modern” hayat…(şehir)
Tercih alanı bu kadar az olunca bir kısmı ilkel kasabalarında ikamete devam etti ve cumhuriyetin feyzinden, bereketinden yeterince nasiplenemedi; bir kısmının da “her şeye” rağmen topraklarından koparak “şehre” göçtüklerini söyleyebiliriz. Kasabalarında, köylerinde kalanlar bizi şu an için ilgilendirmiyor, zaten onlar durağan, statik bir toplumsal tepki vermiş cesaretsiz kimseler… Biz, mücavir alan hayalleri o an için gelişmemiş de olsa bir “beklenti” bir umut ve heyecan peşine düşenleri izlemeye devam edelim.
Gâh Çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi
Kanuni zamanında bir “su” çalışması yapılıyor ve İstanbul’un hemen her yerine mis gibi sular getirtiliyor. Su sıkıntısı bertaraf ediliyor. Devrin ileri gelenlerinden birisi Sultan’a bu yapılan işin pek de muteber olmadığını, zaten durmadan “göç” alan İstanbul’un böylesi rahatlıklar sunmasıyla daha fazla göç alacağı, işin içinden çıkılamayacağı vaziyeti münasibince anlatıyor. Cazibe merkezi olarak benzerlik veya parelellik arzetmemiyor henüz Ankara. Yeni Cumhuriyetin şehirleri(!) daha o kadar cezp etmiyor Anadolu insanını. Erol Toy’un yazdıklarını "İmparator”da okuyan birisi olarak şehirlerin, Vehbi Koç’un nasıl zengin olduğuna bakıp “derya kuzusu” rağbetinde olmadığını ifade edebiliriz. Ama kardeşim şehir şehirdir demeye getirip ekseriyetin yönelişini selamlayabiliriz artık…
Şehirlere göçen değerli hemşehrilerimiz davul zurnayla karşılanmadılar. Ağanın yemek davetine icabet edip de sofranın kıyıcığına ilişen, elinde durmadan gevelediği ekmeği bir türlü tarhanaya banıp kuru boğazından alaşağı edemeyen “gariban” çaresizliği burada da “kene” gibi yapıştı derisine. Derisi onu ifşa ediyordu. Kıyafetleri, yürüyüşü, nefes alışı dahi ele veriyordu. Kıyıcığına ilişti şehrin… ilk adımdı, mübarekti. Şehirde aşağılandılar. Sokaklarda kimsenin dikkatini çekmiyorlardı. Şehir onları görmezden geldi. Varlıklarının kabul edildiği nadir zamanlarda, onların katılmasına izin verilmeyen toplantılarda, eksik ve biçimsiz bu insanların şehre göçmesinin nasıl önlenebileceği tartışıldı. Adam yerine konuluşları o kadardı.
Varoşlara yerleştiler. Zaman hızla akıp şehrin yerleşik nüfusundan daha kalabalık olduklarında bile, ürkek, mahçup ve güvensizdiler. Hâlâ iğreti idiler. Üzerlerinde "yaban" kokusu gitmemişti daha. Üstelik şehre gelmiş olanlar, kasabalarında, köylerinde en çaresiz olanlar değildi. Onlar en gözüpek, en yırtıcı, en bıçkın, en yetenekli olanlardı. Hep onlar göçtüler. Ama "yaban" olmaktan çıkmaları için "yeni nesil" gerekiyordu. Musa'nın 40 yıl çöllerde dolaştırdığı kavmin yenilenmesi gibi zamana ihityaç vardı. Ancak o zaman yerlileşeceklerdi.
En beteri aşağılanma, hor görülme, tiksinti ile bakılma değildi bu iğreti yaşama adım atmış taşralılar için; “Geri dönme” korkusuydu onları şehre daha bir sabitleyen. “İşte, beceremedi döndü, zaten ne beklenir ki ondan” sözünü duymaktansa şehirde ölmeyi tercih ettiler. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana; Frankfurt, Paris, Wien, Berlin… Gemilerin yakılıp umudun kapıları kapatıldı. Yeni topraklar mekan bilindi, mekan kılındı.
Taşra, 70’li yıllardan itibaren şehre kafa tutmanın zevkine erişti. Az gollü şerefli mağlubiyetlerden bıkmıştı artık. En azından deplasmandan alınacak bir puanın hesabını yapar olmuştu. Kendileri okuyamamıştı ama “gömleklerini satarak” çocuklarını okutuyorlardı işte. Paranın tadını almışlar, kodamanlar kadar olmasa da araba, ev – bark sahibi olmuşlardı. Şehrin asıl sahiplerine acayip bir salvo ile külahı ters giydirenleri dahi vardı. Lakin ekseriyet hâlâ “gecekondu”larda yaşıyor, sökülmüş tırnaklarının acısını, suları akmayan, gaz lambası ile aydınlatılan odacıklarının bir köşesinde ders yapan çocuklarına bakarak unutmaya çalışıyorlardı ve şehir gün geçtikçe daha cevval, daha acımasız, daha insafsız yükleniyordu üzerlerine…
Tanrım ahrette de varsa bu dağlar…
Kul daralmadıkça Hızır yetişmezmiş… Orhan Gencebay çıktı Taşralı yürekleri teskin için… Orhan baba müziği ile Taşranın kaderi ile örtüşüyordu sanki. Pejmürde idi varoşlar ve kulaklarına değen bu ses hallerini anlatıyordu. Ne halde olduklarını bir başkasından dinlemek - belki şehirde ilk defa bir ilgi görüyor olmak - hoşlarına gidiyordu. Hem “Bayburt Bayburt olalı böylesi zulüm görmedi” hakikatin beyanı değildi kulaklarına çalınan ezgi, enstrüman “memleket”ten tanıdıktı bazen… Sonra sözleri ona hitap ediyordu: Gönül diyordu, yaralı yürek diyordu, çilekeş diyordu, şehrin pek rağbet etmediği Allah, kader, alınyazısı diyordu. “Müzik varoşlar gibi ağlayıp inlemekteydi. Hepsinden önemlisi, hiç bir gelenekte yeri yurdu yoktu, tıpkı göçmenler gibi, her konduğu çiçekten bir şeyler almıştı. Teorik olarak ortaya bir bal çıkması gerekiyordu ama varoşların da yaşayıp gördüğü gibi pratik teoriyi doğrulamıyordu. Orhan Gencebay akademik altyapısı sızdırmaz olduğu halde teorinin neden doğrulanmadığını anlayamamış gibi bağrını yardı ve bal olması beklenen Şey'i salıverdi. Varoşlar, güçsüz olduğunu iddia eden bu feryadın peşinden, mecnunlar gibi savruldular.”
Şehir Orhan Baba’ya da “göçmenlere” yaptığı gibi davrandı; duymazdan, görmezden, bilmezden geldi. Yalnız devir o ilk göçmenlerin geldiği devir değildi. Yerleşik düzendi artık. Gecekondular, fabrikalar, seyyarlar, okuyan çocuklar, bir sürü çocuklar, vatandaş diye bir sınıf vardı artık ve bu sınıf ilgisi karşısında traj rekorları kıran Gencebay, şehrin ilgisizliğine rağmen acıları dile getirirken, isyan ederken, içine kapanırken açtığı yoldan gelen onlarca kişiye de önderlik yapıyordu. Sokaklar, dolmuşlar, taksiler “arabesk” müzik dinliyor, feryad ü figan şehrin nabzında atıyordu.
Cumhuriyetin kurumları dimdik ayaktaydı ve TRT kapılarını kapıyordu Orhan Baba’ya… Orhan Gencebay müziği, hadiseler karşısındaki olgun ve temkinli tavrı, yasaklılığı vesaire ile idoldü. Evlerdeki teypler bangır bangır “bana kaderimin bir oyunu mu bu?” diye Devlet’e inat seslerini yükseltiyordu. “Radyolar kapatılıp teyplerin düğmesine basılınca, kaset piyasası daha birkaç yıl önce tahmin edilemeyecek bir canlılığa kavuştu. Canlılık tek başına Orhan Gencebay'ın eseriydi. Ülkede yapılan ve satılan kasetlerin neredeyse onda dokuzu, şehirlilerin nazik kulaklarını tırmalayan ve bir zamandır arabesk diye çağırılan türde yapılıyordu. Orhan Gencebay'ı Orhan Gencebay yapan, bu kadar kısa süre içinde, hava titreşimlerinin Türkiye standartlarını tayin eden bu müziğin babası olarak algılanmasıdır. Belki de dünyanın hiç bir yerinde, hiç bir dönemde, hiç bir sanatçı, bir ülkenin göklerinde yankılanan sesler üzerine bu kadar bariz bir şekilde damgasını vurmamıştır.”
Orhan Gencebay ve açtığı yolda ilerleyenler madeni bulmuş olmanın verdiği gayretle kaset üstüne kaset doldurdular; film üzerine film çektiler… Ağanın kızına gönlünü kaptıran fakir delikanlının feryadına, mizansen olduğunu bile bile varoşlar iştirak ediyor, hadiseyi içselleştiriyordu. Yoktu böyle şey. Bu kadar da olmazdı.
Oldu. 1980 darbesine kadar şehirliler ve varoş ahalisi gizli – aleni savaşını her alanda, her mekanda devam ettirdi. Şehir artık en azından bir hasım olarak muhatap alıyordu varoşları. Orhan Baba ile hallerini arz imkanına ulaşanlar da “Batsın bu dünya” terennümleriyle “hepimiz bir batarız ha ona göre” diye alttan alta tehditler savurmaya başlıyordu.
Varoşlarda yaşayanlar “şehir malikleri” gibi yaşamayı kafalarına koydukları gün – belki en baştan ta ilk günden beri – gerçekten üzerlerine hiç yakışmayan elbiseler, yürümekte zorlandıkları yüksek topuklu ayakkabılar, İspanyol paçalar ve ucuz parfümün kötü kokusu ile kendilerine asla yakışmayan makyaj iğretiliğiyle savruldular. Gelenek kırıntıları taşıyan üç beş ihtiyarın çığlıkları da fazlaca duyulmadı sokaklarda Orhan Gencebay müziğini bastırmaya başlayan siyasi sloganlar arasında. Geleneksiz olduğu kadar “Dallas”a özenen “Zengin ve Yoksul” da dişlerini sıkıp Yoksul’a yardım edememenin ıstırabını yaşayan varoş, tıpkı şarkılarda, filmlerde olduğu gibi başka hayatları izleyerek mutlu oluyor, üzülüyor, nefret ediyordu. Oysa siyah beyaz camdan yansıyan kendi hayatıydı… Filmlerin sonunu görememesinin sebebi sıkça kesilen elektrikler değil gözün kendisini görememesi hadisesiydi.
“Sen mesut ol yeter”
Postalların ritmik sesi her şeyi bitirdi. Film koptu. Arabesk tufan oldu. Gelenek yoksunu gençler doldurdu mezarlıkları, cezaevlerini… Ne varoş koydu darbe ne şehir… Tıpkı askeri komutlardan belki en sık kullanılanında olduğu gibi “Hizaya Gellll…” ile zengin - fakir, orosbu – namuslu, hırsız – emin, siyah – beyaz, yerli - yabancı… ne varsa gündelik hayata dair ve zıddıyla kaim, hizaya geldi. Adı üstünde darbe idi ve “darb” içeriyordu. Hepimiz “darb” sonucu almamız gereken dersleri aldık. Hakikaten esaslı geldik hizaya. Öyle ki eskiye dair ne biliyor idiysek unutturup yeni ezber yaptırdılar. Orhan Gencebay müziği kulakları tırmalamaya başladı. Bizden sonra şehre göçenlere, bize bir zamanlar şehirlilerin baktığı gibi baktık. Ne de yakışıksız giyiniyorlardı. Hem kötü kokuyorlardı. Şu alamancıların kafasındaki kuş tüylü şapka, omuzlarındaki koskocaman pilli teyp kadar anlamsız geliyordu gördüklerimiz. Geleneksiz bir neslin dramatik sergüzeşti idi yaşadıklarımız.
Taşra ile merkez, içeri ile dışarı, at izi ile it izi, gelenek ile modern, geçmiş ile gelecek, Cumhuriyet ile demokrasi, Zengin kızla fakir oğlan... Her biri aslını kaybetti, değişti, yeni tanımlara ihtiyaç oldu. Adına "modernizm" denilen yeni bir leke çıkarıcı ile ortalık silindi, süpürüldü... Ölenler öldü, kalan sağlar bizimdi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder