Social Icons

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Mesel Var Mesel İçinde


Rabbim verdi mi böyle verir işte. Dallar kırılır, yer gök meyveye durur; bör – böcek yer, uçan – kaçan yer, insanlar yer; yeriz de bitiremeyiz Rabbimizin nimetlerini. Bitiremeyiz ve bu sefer başlar serzenişler, işin gücün arasında üf – püf sesleri…

“Baba” deyip mevzûya giriş yaptı bizim bir numara. “Her hafta sonu kayısı mı toplayacağız?”

Niyetini biliyorum keratanın ama çaktırmıyorum. Hele döksün bakalım eteklerindekini:

“Oğlum cinsleri ayrı ayrı bu kayısıların. Bak şu şekerpare, erken olur, dalında iken yenir; Portakal kayısı daha kekremsi olur bu da durmayı pek sevmez. Şu ufak olan yerli kayısılar ise hoşaflık, kurutmalıktır, hiç biri yerini tutamaz bunun. Olgunlaşanları toplayacaksın ki dökülüp araya gitmesin. Yazıktır.”

Kafayı sallayıp ulaştığı daldaki kayısıları aldı, sertçe bıraktı dalı. Maksadı bozuk. İğdenin dalını çekerim çekmesine de iş çok, bir kişi bir kişi. Toplanacak mecburen. Sıpalara elimiz mahkum.

Hiç oralı olmadım. Çocuklar da haklı ama başka çare yok. Irgat tutacak değiliz ya 3 - 5 kayısı için. Çocukları iş üzere tutmanın başka yolları da bilirim dedim içimden ve patlattım lafı:

“Durun size bir hikaye anlatayım.”

Baktım kulaklarını bana çevirdiler. Vaziyet mülayim idi.

Eee ne de olsa elektriğin, televizyonun olmadığı zamanlara denk gelmişti bizim çocukluğumuz. Hikaye anlatmayı bilecektik elbet. Ağır ağır kelimelerle, masal anlatır gibi başladım anlatmaya:

….

“Sizin yaşınızda belki vardım. Söz zamanında anılırmış, yine böyle sıcak bir gün… Sanırsın eyyam-ı buhur... Ter bir yandan, sıcak bir yandan, kayısı bir yandan. Topla babam topla. Ya hu bitmiyor bir türlü. Sanki akşamdan sabaha tazeliyor mübarek. Artık gına getirmek üzereyiz.”

Can damarlarından yakaladığımı hissettim son sözlerimle. Ama hiç birine bakmıyor, bir yandan konuşuyor bir yandan ufak ufak toplama işine devam ediyorum. Bu iyiye işaret işte diyorum. Kayısı ziyan olmadan toplanacak inşallah.

“Eee… Sonra amca”

Cevizin gölgesindeki testiyi işaret ederek su istedim. Tadını çıkartıyordum aklımca. Biraz sonra büyük laflar edeceğimi, önemli meseleler anlatacağımı bilsinler istiyordum.

“Heyikaltı’ndaki tarla o zamanlar bağ idi. Kenardaki büyük kayısı kesilip odun edilirken bağın ortasındaki 3 ağaç, çoluk çocuktan kalırsa eğer bize iş güç olurdu.”

Uzandım yapraktan çok kayısısı olan bir dalı tutarak, “İşte” dedim “bütün dallar böyle idi. Kah ağaca çıkıp silkeleyek kah uzanabildiğimiz dalları eğip tek tek toplayarak uğraşıyorduk.”

“Bir gece önce esen rüzgar biraz dökmüştü meyveleri. Anamgili göz ucuyla önerek yerdeki kayısıları çaktırmadan toprağa gömüyordum. Toplayacağım kayısı sayısı hızla azalıyordu. Nasıl seviniyordum bilemezsiniz… İşi biraz abartmışım galiba, sapasağlam kayısıları da gömüyordum artık.”

Der demez hızla ardıma döndüm ve ikiz yeğenim kızlardan birinin ayakları ile toprağı didiklediğini gördüm. Göz göze geldik, utandı, bozardı, yeni bir dala uzandı. Elleri titriyor, dal titriyordu. Gülümsedim. Rahatladı.

Hikayenin havasına girmişlerdi. Ben de girmiştim doğrusu ya. Diz çöküp oturdum toprağa. Etrafımda halka ettim çocukları. Merakla söyleyeceklerimi bekliyorlardı. Hikaye için değil yukarıdan hanımın getirdiğini gördüğüm çay için mola vermiştim aslında. Varsın çocuklar başka bilsindi.

Ağızlığa bir cigara yerleştirdim.

Tepemizdeki daldan bir kayısı düşürdü serçe. Toprağı açıp içine yerleştirdim. Hayretle bakıyorlardı.

“İşte dedim böyle ortadan kaldırıyordum kayısıları. Yan bağ komşumuz Hatçana gelmiş beni seyredermiş. Gölgesi üstüme düşünce nasıl da korkmuştum. Diş kalmamış ağzına gevrek bir gülümseme iliştirmişti.”

“Vay haytam var, büyümüş de sıvışmanın yolunu öğrenmiş…” deyince herkes bana bakmasın mı? Eridim, tükendim o anda. Toprağa girilmez ki giresin. Çalıya dönmüş elleri ile başımı okşadı, sırtımı sıvazladı. Bana hep elmayı soyup verirdi rahmetli. Oğlu hayırsızın biri çıkmış, gelmemişti Alamanyadan. Gelini ise iki çocuğunu alıp sırra kadem basmıştı. Kocasını zaten hiç bilmezdim. Torunları yerine koyardı bizi. Mekanı cennet olsun.

“Hatcana yalnız mı yaşardı baba”

“He ya oğlum, kimi kimsesi yoktu dedim ya. Hem durun aklımı karıştırmayın sonra anlatırım Hatcana’nın hikayesini. Hele şunu bir bitireyim”

“Çok uzaklara bakan gözlerle gelip yanıma çöktü Hatcana. Sıkılırmış, canı konuşmak istermiş, bahane ararmış iki çift lafa. Harfleri yuta yuta başladı konuşmaya:

“Daha sen gibiydim len… Belki senden de küçüktüm. Babam ölmüştü. Niye öldü, hasta mıydı, asker miydi heç bilmem. Baban öldü dediler bir bunu bilirim. Anam da gitti bir gün. Babamdan sonra İncesu’ya er’e verdiler. Kimse bize bir şey demedi. Bunun çocukları var, perişan olurlar filan demedi. Anam kalkıp gitti, bize ne olacağını demedi. İki kız bir oğlan kalıvermiştik yavrum. Ufaktık. Sıbyandık. Aklımız dardı.”

“Oğlan kardaşımı ne etcen Mevlanın takdiridir çocukları olmamış Halamgile verdi amucalarım. Mehmet onlarla gitti. Ağlamadı. Gitmem demedi. Anam nerede demedi. Ya da dedi de ben bilmiyorum. Biz, iki kız kardeş amucamla kaldık. Ahırda yattık. Bebe iken halı tezgahının başına oturduk.”

“Allah büyüktü. Horanta çoktu. Para yoktu. Un yoktu. Ekmek yoktu. Kıtlık var dediler. Savaş mı ne çıkmış. Ekmek karne ile veriliyormuş. Ekmek almaya para yoktu. O yaz ahan böyle oldu ağaçlar. Dallar kırılıyordu kayısıdan. Zaten başka bir şey de olmazdı ya. Üç ay boyunca kayısı yedik, bütün mahalleli, bütün köylü. Ekmek yerine, su yerine kayısı yedik. Allah yüzümüze bakmıştı.”

Toprağı deşip daha yeni gömdüğüm bir kayısıyı çıkarttı. Kayısıya baktıkça baktı. Uzun uzun, derin derin baktı. Neler geçiyordu aklından kim bilirdi. Kıtlık mı, yokluk mu, anası mı, gariplik mi… Allah bilirdi. Ben de bir kayısı çıkarttım topraktan. Tozunu üzerime silerek sepete attım. Hiç o kahır çeken biri değilmiş gibi tekrar güldü, tekrar okşadı başımı.

“Eee Hatçana” dedim, aklım annesinde kalmıştı doğrusu. “Ananı görmedin mi bir daha”

Ufak bir taş aldı, biraz ötedeki elmacığa attı. Elmacık umarsız kanat açtı, gitti. Yetmişlik ihtiyarın elleri titriyordu. Göz pınarları kurumamış olsaydı eminim ağlayacaktı.

Baktım bizim hatun gözlerini siliyor. Sesimi tıpkı Hatçana’nın kızan sesi gibi titreterek devam ettim:

“Gördüm”, dedi. “Bir kere gördüm. Bir daha da görmedim. On sekiz yaşımda idim. Bir gün anam, üvey babam ve yanlarında bir kişi daha geldiler. Ne sarıldı, öptü, kokladı. Ne, neler yaptınız dedi. Bana görücü gelmişler. Halının başında idim. Nasıl kalktım, halı tezgahının demir tarağı ile nasıl kafasına vurdum hâlâ gözümün önündedir. Yüreğim soğuyuncaya kadar dövdüm. Kimseler alamadı elimden. Bir şey demeden, hesap sormadan çaldım dayağı. Anamı dövdüm oğlum anladın mı? O günden sonra bir daha da ne anamı gördüm ne üvey babamı…



Bizim ırgatların hepsi, baktım, bakışları önlerinde mahzun mahzun düşünüyor. Hanım nezle grip olmuş ayaklarında burnunu çekiyor, çocukların kimi yere düşmüş bir dal parçası ile çizgiler çiziyor kimi daha yeni koparttığı bir kayısıyı elinde çevirip duruyor.

“Allah yokluk vermesin çocuklar” dedim daha da alçaltarak sesimi. “Belki bu kayısıyı bile bulamayacağımız günler olabilir. Allah’ın verdiği nimetleri şükürle karşılamalıyız ki bereketi artsın. Hem hatırlamaz mısınız geçen sene tadına bile bakamamıştık, bir tek kayısı olmamıştı bahçede.”

“Dayı”

Seslenen üniversite sınavlarına hazırlanan ortanca yeğendi. Kafası karışmıştı anlaşılan. Sesinde meraklı bir titreme vardı.

“Hatcana’nın diğer kardeşi ne olmuş peki”

“Fadime Ana mı?”

“Bilmem ki adını söylemedin. O ne olmuş, onun başına neler gelmiş?”

Hikayenin tesiri daha devam ediyordu anlaşılan, bıyık altından gülerek sevindim buna. Fırsat bu fırsattı.

“Fadime Ana’nın hikayesi Hatcana’dan daha betermiş oğlum. Bana da babam anlattıydı. Ama bak ikindinin vakti daralıyor, siz şu köşedeki ağacın da kayısısını toplayın nasipse yarın anlatırım onun hikayesini…”

Der demez kalktım dutun altındaki çimene gittim. Namaza daha niyet etmemiştim ki çocukların iş arası sohbeti başlamıştı bile.

“Vay be… Bir yaz sadece kayısı yemişler oğlum, düşünsene. Patates kızartması yok, ekmek yok, cipsi yok, sakız yok…”

“Fadime Ana ne olmuş acaba?”

“Yarın anlatacağım dedi ya amcam”

Eh bir günü daha kurtarmıştık. Kerim olan Allah bakalım yarına ne nasip edecekti…

(Cum, 14/11/2008)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

 
 
Blogger Templates