Tatil boşluğu iyi geldi.
Hafta sonu elime aldığım "Efsane"yi bugün bitirdim.
Arka Kapağına şu kelimat düşülü eserin:
"Efsaneler bazen denizden,
Bazen aşktan ve ateşten gelirler.
Aşktan ve ateşten ve denizden gelenler,
Bazen ışık olurlar ve bütün zamanı aydınlatırlar…
Efsane kurmak kadar, efsaneyi yazmak da efsaneye dâhildir.
Bir çağı haritalarda bulamazsınız.
Derine, insana ve tarihin denizlerine açılmak gerekir.
Girdaplarda yüksek idealler saklanabilir.
* * *
Bu kitapta
İstanbul, Gırnata, Madrid, Roma ve Akdeniz; aşk diliyle kuşatıldı.
Akdeniz, aşk kaleminin haritasıyla yeniden çizildi.
Kılıç kılıca, cevher çeliğe çarptı, varlık da yokluğa.
Ve hep bir yol vardı kalplerden denizlere.
Derin denizler, büyük aşklar için atlas olup dokundu.
İskender Pala, bir çağı ve o çağın efsanelerini dile döktü.
Barbaros Hayreddin Paşa’yı...
Sonra, bir gül sepeti getirdi.
Isırılmış üç elmayı anlattı."
Evet anlatmış üstad. Sidi Reis'i, Oruç ve İlyas ve Hızır kardeşleri, Endülüs'ü, Gırnata'yı, Sidi Can'ın Seyyid Muradi oluşunu, Saint Alkala'yı, Billure'yi... Denizlerdesiniz denizi arıyorsunuz, Endülüs'tesiniz toprak arıyorsunuz, macera içindesiniz heyecan arıyorsunuz... Aramakla geçiyor roman. Peki buluyor musunuz şöyle etkili bir sahne, hafızanıza nakşolan bir pasaj, muazzam bir tasvir, içinize kök salan bir portre?
Dedim ya arıyorsunuz işte.
Eseri okurken bolca kullanılan -mecburen- gemicilik terimleri beni, bir başka anlatıya, İhsan Oktay Anar'ın Amat'ına sürükledi. Şöyle sesleniyordu Anar:
"Kıyıda ise üç direkli, iki güverteli ve 58 toplu bir kalyon, o karanlıkta usturmaçalarını puta edip iskeleye palamar vermişti. Yelkenlerin sarılı olduğu serenler hisa edilmiş ve tez zamanda yola çıkacağını ilân için mizana direğine mavi bayrak çekilmişti. Esrarengiz adam, kalabalığı yarıp elinden tuttuğu İsrâfil'le iskeleden gemiye doğru yürümeye başladı. Kalyonun dikmesinin palangalarına asılan ve tıraka tutan gemicilere vardiyan, Yisa, sizi gidi sütü bozuk sünepeler! Yisa beraber! Varda ruhsuzlar! Varda! Bre aman! Laşka! Laşka!? diye feryat ediyor ve hurçların, sandıkların ve fıçıların ambarlara usûlünce istifine nezaret ediyordu. Güneşin doğmasına 7 saat kala esrarengiz adam, sürme iskeleden kalyonun çukur güvertesine çıkmak istedi. Fakat eline ne kadar asılırsa asılsın Eşek İsrâfil yerinden bir türlü kımıldamıyordu. O karanlıkta eline son bir kez daha asılıp ?Gel yâ mübarek!? diye nida eyledi. Bunun üzerine çocuk her nedense inat etmekten vazgeçti. Ne var ki, sürme iskelenin kayganlığından dolayı düşmemek için midir, İsrâfil'in kuşağına 40-50 yaşlarında, iri yapılı, sırma işlemeli siyah kaput giymiş biri yapışmıştı. İşte bu adam kuşağı bırakıp küpeşteye tutundu ve güverteye ayak bastı. Bunun ilâhî düzenin bozulması demek olduğunu hiç kimse bilmeyecekti."
Efsane, Barba Rossa'nın hikayesi gibi dursa da Sidi Can, Seyyid Muradi veya Saint Alkala isimlerinden hangisini tercih ederseniz ediniz, Gırnata Emiri ile Betarix ya da Billure'nin aşkına dayandırlmış bir roman. Bu aşkın işlenişi romanı sürükleyici ve ilginç kılıyor; aşktan uzak durulan bölümlerde anlatılan Barbaros ve denizcilik ve Akdeniz ve Andre Dorya ve... yavan kalıyor doğrusu. Eseri ilginç hale getirebilmek için kullanılan "üç heykel" sırrı dahi yakışıksız kalıyor.
İskender Pala'nın hemen bütün kitaplarını okumuş, özellikle romanlarındaki dili tanımış ve benzeri konuları ele alan yazarları ve eserlerini okuyarak "kıyas" yapabilecek bir durumda olduğumu düşünerek şunu ifade edebilirim: Ne Katre-i Matem ne Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk ne Şah ve Sultan ne Od ne Efsane... Özellikle diğer bütün eserlerinden ziyade şu son iki eser, Od ve Efsane, bu iki roman orta mektep çocuklarına "ödev" listesi için adlarını yazdırabilir. İhsan Oktay Anar'ın alıntısını boşa almadım buraya. Sanırım Anar ne kadar edebiyat tarihçiliği yapamazsa Pala'nın romancılığı da aynı raddededir. Tasvir, ironi, zeka, kurgulama, kelime tercihi, masalsılık Efsane'de sığ durmuş, tabir caizse karaya oturmuş. Her şey bir yana "Üslup" oluşturamamış sayın Pala.
Şu noktadan olaya yapışabiliriz: Yunus, Barbaros, Fuzuli... Pala romanları ile olsun yeniden gündeme alınıyorlar. Bu da bir tesellidir.
Söz bitimi:
Hata benim, kusur benim, suç benim*...
* Bir Neşet türküsünden
30 Ocak 2013 Çarşamba
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder