Dündü.
Sıcaktı.
Ne sıcağı ateşti.
Şehri bir baştan bir başa yürüdüm. Abartıyor olabilirim. Güneş altında mazur görülebilirim. Öyle yapınız.
Camii Kebir minaresinden yayılan davete icabet.
Neredeyse 1000 senelik bir mekanda bulunmanın ayrıcalığını yaşıyorum.
Şehir yükseldikçe çukurda kalan mabed. Buz gibi. Mis gibi. Su gibi...
Doktor kapısı. Tahlil için kan. Suratsız bir hemşire. İlaç kokusu. İğne. Barkod. Randevu pusulası...
Devlet Hastanesinde yatan bir hastayı ziyaret. Çarşı pazar. Akabe. Yeni kitaplar. Hararete şekersiz bir çay. Biraz muhabbet. Mısır'a, Mursi'ye dua, Amerika'ya kallavi küfürler...
""Harikasın" dedi doktor.
"Ama..." demedim. "Elhamdülillah" dedim.
Bir ara umreye gidelim dedim doktora. "İnşaallah" dedi.
Suudileri de andık ayaküstü.
İkindi cağrısı.
Nasip Hacı Kılıç imiş.
Tarihi mekanların uyduruk kablolar, lambalar, pervaneler ile kirletilmesine ne kadar kızıyorum, bilseler.
"Sen kız, biz bildiğimizi yaparız" diyor kulağıma hocanın öten mikrofonu.
"La ilahe illallah" diyor ve susuyorum.
Keyfim tam yerine geldi, dudaklarım serin serin, sırtım kuru diyecekken marketteki kasiyerle bir birimize silahlarımızı doğrulttuk. Aldığım ürünleri kasada bırakıp heriflenerek çıktım.
Yürümekle aşındıramadım yolları.
Otomatik yanım sekteye uğradı. Şarzsız kaldım. Çapulcunun biri ile Gezi Parkı'nı tartıştım ama günün eşkalini kaçırmamak için "Allah büyük" diyerek sözlerin üstünü kapattım.
Serencam bitti.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder