Liseli yıllarım. Seksenler diyorlar şimdi o vakitleri adlandırken. Zamane gençlerine göre muazzam uzak bir tarihmiş. Ben de o günlere yelken açtığımda "yaşandı mı o günler?" hayretini hissetmiyor değilim. Geçmişi geçmişte bırakalım diyeceğim ama olmuyor işte. Elinden tutup yaklaşıyoruz mübareğe.
Bu gök altında birçok cevelanın yaptığı gibi ben de gençliğin uçarılığı ve haytalığı ile başımda kavak yelleri eserken adına şiir dediğim kırıntılara koşardım. Geceyi aralamak, sabaha göğüs germek, bir bisiklet üstünde avuç içi kadar şehrin her sokağına direksiyon kırmak, aşık olmak, yaz büyütmek ve daha neler varsa yürekte deveran eden, onlarla kelimelere sığınmak en sevdiğim işlerdendi. Ne burçlara ne psikolojik tahlillere eyvallah etmeden fıtratımın gereğini yaptığımı söyleyebilirim. Şiir yazmak fıtratın gereği nasıl olur diyebilirsiniz. Olur efendim olur. Kaçmak diyebiliriz, içe seyahat diyebiliriz, uzlet diyebiliriz... Hasılı şiir sayesinde aşardım sıkıntılarımı. Mesela saniyeleri asırlaşan saçma derslerin tik takları arasında şiir büyütürdüm. Şiire sığınırdım yaz ikindilerinin uzayan gölgelerinde. Karlar arasında kimsenin ayak basmadığı sokaklardan yürürken elhanı şita dökülürdü saçlarımdan. O yıllara bugünden bakarken elbette mantıklı bir izahat aramıyorum. Şu kadarını diyebilirim: Ne hayallerim varmış!..
Yerel gazeteye şiirlerimi gönderirken rumuz kullanırdım. Sanırım o zamanlar rumuz kullanmak adetti. Rumuz kullanmak aynı zamanda yukarıda bahsetmeye çalıştığım "fıtrat"ıma uygun bir hâl idi. Hâl böyle olunca benim de kendime yakıştırdığım bir rumuzum vardı: Sessiz Dağ. Evet şimdi o cümleyi vurguyla haykırabilirim: Amma sembolistmişim!..
Peki şimdi ellili yaşlarda sembolizmden emare var mı?
Malihülyada kaldı diyelim.
Geç bunları anam babam...
Kayseri, düz bir tavadır gençlik zihnimde. Üniversite okuduğum Konya gibi. Sanırım hâlâ öyle. Şehri çevreleyen sıradağların yerleşime sunduğu Mimarsinan, Talas, Hisarcık veya Erkilet gibi yerlerden Kayseri’yi temaşa eyleyen birisi ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır.
Bir de yine eskiden adetti; odaların boş ve anlamsız duvarlarını geyik veya Kâbe motifli halılarla süslemek.
Eski evler tıptı duvar halıları gibi siyah - beyaz filmlerde kaldı. Tel örgülerin gerisinde ve alabildiğine ortasında şehrin "değişimi" seyrediyoruz. Bugünkü Sivas Caddesi'ndeki Emirgan Parkı'nın hemen arkasındaki lisenin karnına yaslanan sokağın zemin katından, "Bizim pencereden bakınca" diyor annem, "göremeyeceğin yer yoktu. Erciyes’e bakar ve anlardık havanın nasıl olacağını." Şimdi o mekandan baktığında görebileceğin ya kaldırıma park edilmiş bir araba ya karşı apartmanın soğuk yüzü. Bugün bakmak yerine perdeleri sıkı sıkıya kapatıyoruz. Karşı apartmanın balkonları, pencereleri evimizin içinde.
Yüksek ve çirkin binaların caddelerle deşilen karınlarından görünen Erciyes, odamdaki duvar halısını andıran ilk dağdır benim için. Gözlerimi açtım ve Erciyes’i gördüm. Sinan gibi. Yüreğimi açtım ve yüreğine buyur etti. Ona baktıkça içimi bir heybet, bir vakar kaplar. Öfkelensem bir karşılık bulurum Erciyes’te, sevinsem başka bir karşılık...
Bu karşılık hiç eksik olmadı. Erciyes'le her bakışmamız, her muhabbetimiz bir sırdır ve sözsüz, dilsiz sürüp gitmektedir. Anlarız birbirimizi. Karında bir meram, güneşinde bir aşk vardır. Suyu okur da gönderir aşağılara Erciyes. Besmele ile içer, duasız koymayız serinliği. Erciyes'in gözleri önünde binlerce tarih batmış binlerce tarih doğmuştur. Uzak yakın yollardan biteviye gelenler, gidenler... Doğanlar, ölenler...
Ne zaman yüksekçe bir yerden şehre baksam, hayıflanırım. Ah derim, Erciyes’in gözleri olsa bende, gördüklerini görebilsem, duyduklarını duyabilsem!
Başı kar; rüzgâr, ihanet ve celâllik ile pürmelâl, etekleri tevazû ve teslimiyet ile sımsıcak dağlar... Allah’ın âyetlerinden bir ayet, Erciyes.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder