“Eskiden” diyor, Dursun Gürlek ‘Ayaklı Kütüphaneler’ isimli, kitap kokulu eserinde Babanzâde Ahmet Naim’i anlatırken: “Eskiden İstanbul kahvehanelerinin bazıları tam anlamıyla “kıraathâne” idi. Devrin şairleri, yazarları ve sanatçıları bu kıraathânelerde kitap, gazete, dergi kıraat ederler, uzun uzun sohbetlerde bulunurlar, siyasetten tarihe, aktüaliteden sanata her konuda fikir beyan ederler, yakası açılmadık fıkralar anlatırlar, kısacası kıraathâneyi bir nevi akademi haline getirirlerdi. Direklerarası’nda bulunan Hacı Mustafa’nın Çayhanesi de işte böyle bir “akademi”ydi…” (sy. 138)
Kayseri soğuk memlekettir. Erciyes’in sırtını sıvazlayarak esen rüzgâr kar, tipi, boran, ayaz ne varsa alıp getirir şehre. Şehrin güney ve kuzey ekseninde uzanan bulvarlardan, sokaklardan cirit atarak geçen ayaz, “ben buradayım hey” naraları ile boy gösterirken sığındığımız evlerin sıcaklığı ile satırlara gömülürüz. “Gül goncasının gûşe-i destâr senindir / Gel ey gül-i rânâ.” vehmi zihnimizden dahi geçmez. Kıştır ve yiğitlik zamanı değildir. İşte ebem dedem hesabı tam da “Karakış” günlerini soluduğumuz demlerde dışarısı buz kesmiş, âlem kar altında ve kış kışlığı ile hemhal iken içimi ısıtan satırlarla mezkûr eserde karşılaştım. O beni buldu desem hakikate daha yakın olurdu belki.
… /…Kitaba, okumaya, yazmaya, bilmeye aç, cevval demlerimizdi. Aşkla, şevkle okuyor, hırsla yazıyorduk. Bitmek bilmeyen bir merakımız, doymak bilmeyen zihinsel açlığımız vardı. Anadolu’da idik ama. Bir yanımız hep yarım kalıyor, bazı şeylerin eksikliğini daima hissediyorduk. Ne okuduğumuz eserlerin müellifleri ile iki kelam edebiliyor ne bir romandan nasibimize düşen mekânın bilindikliğini yaşıyorduk. Ya Cağaloğlu veya Boğaz ya Üsküdar veya Fatih… Ne Kayseri’nin bir muhiti ne Konya bir mekânı ile yer alıyordu okuduklarımızda. Nice zaman sonra ulaşabiliyorduk “yeni” bir esere. Hep sonradan haberdar idik kültür sanat ortamından. Taşralı idik. Taşrada yaşıyorduk. Hacı Mustafa’nın Çayhanesi olmasa da bir mekâna hasrettik.
Fî tarihinde Konya’da Sayha namlı bir dergi çıkarırdık. Taşradan sesleniyorduk İstanbul’a. Haddimizi bilmeyerek kalkar Dersaadet yollarına düşerdik. Elimizde namlumuz Sayha, yüreğimiz büyük heyecanlarla hemhâl. Meşakkatli bir tren yolculuğu ile ulaştığımız İstanbul, her zamanki gibi “yaban” gözüyle karşılayıp “yaban” bakardı bize. Adetini unuttuğumuz İstanbul ziyaretlerinde alışmıştık bu bakışa ve fakat içimizde bir burkuntu peydahlanmıyor değildi. Yine de İstanbul solumak işin şiarındandı, elzemdi. Lakin zaman az olurdu ekseriya. Neredeyse koştur koştur geçerdi payitaht günlerimiz. Birkaç güne kimleri sıkıştırmazdık ki: Sezai Karakoç, o vakitler İstanbul’u mesken tutan kadim dostumuz Hakan Albayrak, Ebuk, Mustafa Kutlu, Akif Emre, İsmet Özel… Onlarla kısacık süre de olsa bir arada olmak büyük ve önemli bir olaydı. Hele zaman ayırırlar ve birkaç kelam lütfederlerse ne bahtiyar kimseler olurduk. İsmet Özel için de dergimiz “nihayetinde bir taşra dergisiydi.” Öyle demişti büyük idealler ve büyük rüyalar altında salınan gençliğimizde Üstad. şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin / bozuk paraların insanı, sivicelerin demeden nasibimize düşen bu idi. Kocaman, iri puntolarla: Nihayetinde. Taşra. Diyecek söz yoktu. Hakikat bu deyip yutkunmak düşmüştü bize. O günden beri taşra, taş kılınıp kafamda parçalanır. Oysa ben, mekânları güzelleştirenin içinde bulunanlar olduğuna iman ediyordum. Aradan şu kadar sene geçti, hoştur, hâlâ aynı imandayım.
… /…
Rızkımla birlikte kaderimin sürüklediği Kayseri’ye dönüp geldim onlarca seneden sonra. Kayseri, İstanbul’dan bakılınca tıpkı Konya gibi taşra gözüküyordu galiba. Bunun da tecrübesini edindim şükür. Kayseri’yi mekân kılan, Kayseri’yi okunur kılan, Kayseri’yi bir yanıyla merkez kılan Akabe Kitabevi ve Sevgili Esat Ağabey ile ünsiyetimiz de böylesi bir “taşra” mevzuundan beslenmişti. Hacı Mustafa’nın Çayhanesi ufukta idi artık. Ben yaşadıklarımdan, Esat Ağabey yaşadıklarından konuştuk Akabe’nin çatısı altında. Akabe’nin Kayseri kültür ve sanatında, can damarı olduğunu ilk o gün anladım. Soluk alınabilecek bir mekândı Akabe. Çayın tadı değişiyor, sohbet muhabbete tebdil oluyordu. Ayaklarım alıştıkça aradığımı buldum, buldukça bahtiyar oldum. Taşranın orta yerinde bir ummandı bu mekân. Kitap kokusu, duvarların şiirsel dili, enva-i çeşit simaları, olgun ortamı, çayı, tütünü… Güzel kitapların güzel insanlar eliyle kârîlere ulaştığı yazın sayfiye kışın sıcacık ocaktı Akabe. Bunu geç de olsa bildim.
İstanbul kalbinin kitap damarı Akabe üzerinden Kayseri’ye uzanıyordu. Taşra olmasına rağmen Esat Ağabey’de yok yoktu. Arayan aradığını ya anında bulabiliyor ya birkaç gün tehir ile vuslata erebiliyordu. E-ticaretin esamesinin okunmadığı zamanlardı. Kitap kurtları için bundan daha güzel hizmet olabilir miydi? Evet olabilirdi. Şöyle ki: Akabe’de tatlı dil, yaz kış eksik olmayan çay, muhabbet, yeni çıkan kitapların tetkikinden son gelişen kültürel, siyasi ya da ekonomik konulara varıncaya kadar hemen her alanda beyin fırtınaları ve tartışmacıları hiç eksik değildi. Sanki “Direklerarası’nda bulunan Hacı Mustafa’nın Çayhanesi de işte böyle bir “akademi”ydi…” sözü, Kayseri’deki Akabe Kitabevi işte böyle bir “akademiydi” şeklinde söylenecekken yanlışlıkla iktibastaki gibi ifade edilmişti.
Akabe, Kayseri’nin kitap kokusudur. Eski, sayısal yoğunluğu olmasa da hâlen İstanbul yaftalı yazar ve şairlerin “imza günü” mazeretiyle konuk oldukları, kendileri gelemedikleri vakit eserlerini ulaştırdıkları bu güzel mekânı en başta Sevgili Esat Ağabey olmak üzere bütün okur yazarı, öğrencisi, emeklisi, şaşkını, bilgini, entelektüeli, neyzeni, otoritesi bizlere “ikinci adres” kılıyorlar.
Ayrıca:
Şeyh-i A’zam Aydın Ağabey; Darülfünun’un eksikliğini hissettiği Hace-i Evvel “Keldani”; Gazali ile neredeyse hısım olacak Mehmet Hoca; Neyzen Mustafa Ağabey; Genç ve genç oldukları kadar edeb, haya ve vakar sahipleri gözü nurlarımız Nuri ve Ruhi ve Hasan ve Murat; İlahiyatçılarımız, okuyanlarımız, okumayanlarımız … isimleri şu anda aklıma gelen ve gelmeyen diğerleri…
Kayseri soğuk memlekettir. Bilirsiniz. Bu soğuk memlekette sıcacık bir mekân söyleyeyim mi size: Akabe Kitabevi. Kimler mi var burada? İskender Pala’dan Mustafa Kutlu’ya, İsmet Özel’den Rasim Özdenören’e, Konevi’den Razi’ye, Dostoyevski’den Balzac’a, Mustafa İslamoğlu’ndan Erich Fromm’a kadar çok geniş ve sıcak bir yelpaze var Akabe’de.
Akabe Akademisi’ne yolu kitaptan geçen herkes uğrar da yakalarında bir güler yüz, bir muhabbet, bir bardak çay mutluluğu var iken ayrılırlar; bir dahaki ziyaretlerini yakına havale ederek ikindi adres kılarlar Akabe’yi…
Akabe’yi güzel kılan, Akabe’yi mekân kılan bütün dostlara selam olsun…
13 Nisan 2017 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder