Eski kültürün kendisine ait izdüşümleri vardır. Kendine ait bir yapılanma, kendine has bir yöneliş. Mesela eski Türk şehirlerinde, şehir planının temelini arazinin yapısı belirlemektedir. Esas olan doğaya şekil vermek değil, onunla bütünleşmek, onun bir parçası olmak, onu tamamlamaktır. Uyum diyoruz kısaca. Zorlamadan, sırıtmayan bir uyum. Safranbolu evleri gibi mesela. Asla birbirinin önüne geçmeyen evler. İnsana ve eşyaya saygı. Tahtanın dahi alacağı güneş hakkını hesap etmek. Ağacın gölgesine baş koymak…
Eski Türk evlerinden uzaklaşalı asırlar oldu. Adına nostalji deniyor şimdilerde böylesi hayıflanmalar için. Evlerimiz, evlerimizle içli dışlı bahçelerimiz; bahçelerimizden sarkan kiraz, vişne, dut ile temaşayı tamamlayan sokaklarımız; bu sokakların asla değişmeyen unsurlarından çocuklarımız... Parke taş döşeli caddelerin sesini duyup kokusunu içine çekmek ister gibi olsanız da bu macera buradan öteye gitmez asla. O malum siyah beyaz renkleriyle film şeridi koptu. Zaman adıyla da değişti ve o kareleri anlamlı kılan kişiler bekaya hicret etti. Sokakların yeniden inşa etsek bile bir Güllü Hala’yı, bir Muhtar Ahmet Amca’yı, bir Pakize Abla’yı ve diğerlerini geri getirmek ne mümkün… Makamları cennet olsun.
Şimdi modern zamanların nakıs ve güdük mimarisi içerisinde, kendi
çıkmazlarımızla, kendi yokuşlarımızla yaşamaya çalışıyoruz. Kutularda tv
izliyor, balkonlarda fesleğen yetiştiriyoruz. Komşularımızın ismini aidat
listesinden biliyor, asansörde hep yabancılarla seyahat ediyoruz. Çöplerin
yanına poşet poşet ekmek koyuyoruz. Havamıza karbondioksit enjekte ediyor,
nefes alanlarımızı elbirliği ile daraltıyoruz. Sentetik üzerinde kibar
yerlerimiz.
Şehirli yanımızla kelimiz daha hızlı yayılıyor dünyaya. Tıpkı
çocuklarımızın yalnızlığı gibi.
Oysa Annelerimiz kuru ekmeklerle ne yapacaklarını bilirdi. Tıpkı
yalnız çocukların nasıl sevindirileceğini, içli ketenin hamurunun nasıl açılıp
fırına nasıl verileceğini, aş makarna kesimini, ellerimizden bugün neler
yaptığımızı, kimlere gönlümüzün aktığını ve daha neleri, neleri bilirlerdi.
Annelerimizin durmadan koşturduğu göz nuru evlerimizde ve illa oturma
odalarımızda soba olur, üzerinde güğümle daim sıcak su bulunurdu. Sobanın
üzerinin boş kalması çok ayıplanacak bir yanlışlıktı bir zamanlar. O sıcak su
ile çamaşırdan bulaşığa, abdestten yemeğe kadar bir çok alanda istifade
edilirdi. Bir demlikte ıhlamur, borularda çamaşırlıklar…
Şimdi sobasız evlerdeyiz ve fakat mesela tüp (doğalgaz) giderlerimiz çok fazla. Her şeye tüp (doğalgaz) harcıyoruz. Güğümsüzüz. Soba yanar, güğüm kaynar ve rutubet yayılırdı odalarımıza. Şimdi buhar makineleri alıp kaloriferin kuruttuğu havayı nemlendiriyoruz. Evlerimiz tasarruf değil, tüketim üzerine kurulu. Ve biz gol üstüne gol atıyoruz kendi kalemize.
Bir çöp “belki gerek olur” diye saklanırdı oysa.
Bir dünya israfın tanımına uğramadan gidiyor.
Hey rahmetliler. Bizi bir görseniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder